İNANÇ SÖZLEŞMESİ NEDİR?

İNANÇ SÖZLEŞMESİ NEDİR?


İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında bir malın ya da hakkın devri ve belirli şartların gerçekleşmesi halinde malın ya da hakkın yeniden inanana devri borcu doğuran borçlandırıcı bir muameledir. İnançlı işlemlerde inanan ve inanılan taraf, sözleşme konusu şeyin mülkiyetinin önce inanılana geçmesi; ardından inanana geri dönmesi hususunda anlaşırlar. Taraflar karşılıklı olarak hak ve borçlarını, inançlı muamelenin ne zaman sona ereceğini ve sona erme sebeplerini, devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını sözleşme serbestisi ilkesi çerçevesinde belirlerler.


İNANÇLI İŞLEMİN UNSURLARI NELERDİR?

Yargıtay inanç sözleşmesini; inanan ile inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı işlemin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından kullanılma, yönetilme ve inanana iade şartlarını belirleyen borçlandırıcı bir işlem olarak tanımlamaktadır. Taraflar arasında yazılı sözleşme düzenlenmesi ve bu sözleşme kapsamında eşya üzerindeki mülkiyetin devri inanç sözleşmesinin unsurlarıdır.


İNANÇ SÖZLEŞMELERİ HUKUKEN GEÇERLİ MİDİR?     

Türk hukukunda inanç sözleşmeleri kanunlarla düzenlenmemiş, uygulama ile ortaya çıkmış, kapsam ve koşulları öğreti ve Yargıtay içtihatları ile belirlenmiştir. Bu kapsamda, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 26. maddesinde yer alan “sözleşme özgürlüğü” ilkesi kapsamında inanç sözleşmelerin düzenlenebileceği ve geçerliliği kabul edilmektedir.


İNANÇ SÖZLEŞMESİNİN TARAFLARI KİMLERDİR?

İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. İnanan, malın kendisine döneceğine güvenen kişi; inanılan, malı ya da hakkı devralıp daha sonra önceki malike iade borcu altına giren kişi olarak tanımlanır. İnananın, inanılana kazandırdığı hak ya da nesne ise inanç konusu şey olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.


İNANÇ SÖZLEŞMESİNİN TARAFLARA SAĞLADIĞI HAK VE YÜKÜMLÜLÜKLER NELERDİR?

İnanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurduğu için tarafları bağlayıcı bir işlemdir. Diğer taraftan mülkiyetin devrinin sebebini teşkil ettiği içinde tasarruf işlemlerinden sayılır. İnanç sözleşmesi ile taşınır ya da taşınmaz malı devralan kişi, aynı taşınırı ya da taşınmazı üçüncü bir kişiye temlik edebilir. Bu sözleşmeler taraflar arasındaki güven esasına dayanır ve sözleşme ile amaçlanan bir kimsenin menfaatinin başkası tarafından korunması, teminat altına alınması veya idare olunmasıdır. Bu gibi durumlarda malını devreden kimsenin hukuki himaye altına alınması ve koşulların değişmesi sonrasında malın ya da hakkın, bedeli geri verilmek koşuluyla iadesi sağlanır. İnanılan ise kendisine devredilen hakkı kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya şeyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi üstlenmektedir. İnançlı işlemde inanan belirli koşulların gerçekleşmesi halinde kazandırma konusu hak veya malın iadesini talep edebilir, eğer inanılan bu hakkı iade etmezse inanan dava yoluyla bunun yerine getirilmesini isteyebilir. Tarafların böyle bir sözleşmeyi yapması ile malvarlığı ile ilgili bir hak ya da mal olağan hukuki işlemlerle kazanılacak güvenceden (rehin hakkı gibi) daha güçlü bir hak olan mülkiyet hakkı ile teminat altına alınmaktadır. Sözleşmenin kurulmasından ve inananın temliki gerçekleştirmesinden sonra, inanan tarafın ödünç aldığı parayı iade ederek mal veya hakkın kendisine iade edilmesini istemek yönünde bir alacak hakkı, inanılan tarafın ise borç verdiği edimin iadesini istemek hakkı ve bu gerçekleşinceye kadar mal veya hakkı başkasına devretmeme borcu bulunmaktadır.


UYGULAMADA İNANÇ SÖZLEŞMELERİ EN ÇOK HANGİ ŞEKİLDE KARŞIMIZA ÇIKAR?

Uygulamada gizlenmek, bir hakkı teminat altına almak, alacaklıdan mal kaçırmak, kanunların elverişsiz hükümlerinden kaçınmak, bir alacağın tahsili, malın idaresi amacıyla taşınmaz devrini öngören inançlı sözleşmeler yapıldığı görülmektedir. Yargıtay’a göre, borç ödendikten sonra iade edilmek üzere taşınmaz temlikini öngören sözleşmeler inanç sözleşmeleri olarak nitelendirilebilir. Ancak, borçlunun (inanan) borcunu ödemediği takdirde alacaklının (inanılan) taşınmazın mülkiyetini edinme hakkını içeren her türlü koşul geçersiz olacaktır.


HANGİ HAKLAR İNANÇLI TEMLİKİN KONUSUNU OLUŞTURABİLİR?

Kural olarak devredilebilir nitelikteki tüm haklar inançlı işleme konu olabilir. Bu itibarla kişiye sıkı sıkıya bağlı olan kişisel haklar, aile ve miras hukukundan doğan hakların inançlı işlemle devredilmesine olanak bulunmamaktadır.

İnançlı işlem, kazandırıcı işlemlerin tüm hüküm ve sonuçlarını doğurur. İnanç konusu mülkiyet veya hak, inananın mülkiyetinden çıkar, inanılanın mal varlığına girer. İnanılan, bir malikin ve hak sahibinin yapabileceği bütün tasarrufları yapma yetkisine sahip olur.


İNANÇ SÖZLEŞMESİNİN İSPATI NASILDIR ve İSPAT YÜKÜ KİMDEDİR?

İnanç sözleşmesi, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır.

Ancak şunu belirtmekte fayda bulunmaktadır ki, Türk hukukunda taşınmazlara ilişkin tasarruf işlemleri ile bazı mülkiyeti nakil borcu doğuran sözleşmelerin tapu müdürlüklerinde resmî şekilde yapılması gerekmektedir. Bu hallerde tapuda taşınmaz mülkiyetinin nakli inanç sözleşmesi ile yapılamamaktadır. Hak sahipleri, taşınmazı inançlı olarak devretmek istemelerine rağmen tapu müdürlüklerinin bu işlemi yapamaması nedeniyle taraflar tapuda işlemi genellikle satış sözleşmesi şeklinde yapmakta, gerçek iradelerini yansıtan ve gizli işlem olarak gözüken inanç sözleşmesi ise şekil şartını taşımadığından geçersiz olmakta ve taşınmazların inanç sözleşmesiyle devri mümkün olmamaktadır.

05/02/1947 tarih, 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında, taşınmaz sözleşmeleri gibi devri resmi şekil şartına bağlı olan hak ve malların inanç sözleşmesine konu olup olamayacağı tartışılmıştır.

Bu İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği gibi, inanç sözleşmelerinin mülkiyeti nakil borcu doğurması anlamında tarafları bağladığı, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil ettiği için tasarruf işlemlerini bünyesinde barındırdığı, bu sebeple koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil borcu doğuracağı, bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve ad altındaki kişilerin gösterilmesinin mümkün olduğu, bu durumda vekilin kendi adına müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir başka maksatla üçüncü kişilerden gerçeği gizleme gayesi olabileceği, kötü niyetli ve haksız gizlemeler dışında bu koşulları taşıyan bir davanın gerçekten mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı, temsil ve vekalet ilişkisinde mülkiyette halefiyet olarak kabul edilse dahi mülkiyetin vekile aidiyetinin temsil hükümlerine aykırı olduğu, namı müstear hadiselerinde ne resmî senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan 818 s. Borçlar Kanunu’nun 18. Maddesi (TBK 19. madde) kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceği belirtilmiş olup, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.

Buna göre, inanç sözleşmesi olarak anılan belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli olup, düzenlenme tarihinin ne olması gerektiği belirtilmemiştir. Bu nedenle, inanç sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı kabul edilmektedir.

Ancak inanç sözleşmesinin varlığını, inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen tarafın 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6. ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 190/1. maddesindeki genel hükümler uyarınca ispat etmesi gerekmektedir.

Uygulamada, açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa bile yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı taraf elinden çıkmış delil başlangıcı niteliğinde bir belge varsa, inanç sözleşmesinin “tanık” dâhil her türlü delille kanıtlanabileceği kabul edilmiştir (Hukuk Genel Kurulunun 28.12.2005 tarihli ve 2005/14-677 E., 2005/774 K.; 14.11.2019 tarihli ve 2017/1-1254 E., 2019/1197 K. sayılı kararları). Yazılı delil veya delil başlangıcı yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (HMK m.188) ve yemin (HMK m. 225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi olanaklıdır. Davacının yemin deliline dayanması halinde hâkimin davacıya bu hakkını hatırlatması gerekir.

İnançlı işlem sebebiyle açılan davalarda davacı yolsuz tescile yani ayni hakka değil, inanç sözleşmesinden kaynaklanan kişisel hakka dayanacaktır.


İNANÇLI İŞLEM İLE MUVAZAA ARASINDAKİ FARKLAR NELERDİR?

Muvazaada üçüncü kişileri görünürdeki sözleşme ile aldatma kastı bulunmasına rağmen, inançlı işlemlerde, üçüncü kişileri aldatma kastı yoktur. İnançlı işlemde taraflar arasındaki iç ilişkide inanç anlaşması var ise de, görünürdeki sözleşme taraf iradelerine uygun olup geçerli bir sözleşmedir.

Muvazaada, taraflar arasında gizlenen bir anlaşma bulunur, ancak inançlı işlemde gizli bir işlem yoktur.

Muvazaada gizli işlemi yapan ve görünürdeki işlemi yapan taraflar aynıdır. Ancak inançlı işlemlerde inanılan kişinin üçüncü kişi ile yaptığı bir sözleşme de bulunabilir.

İnançlı işlemler hukuken geçerli kabul edilirken muvazaalı işlemler geçersizdir. Bu sebeple inançlı işlemlere karşı iptal davası gündeme gelirken muvazaalı işlemler hükümsüzlük yaptırımı ile karşı karşıya kalır.

İnançlı işlemlerde sadece bir tasarruf işlemi söz konusuyken, muvazaada hem bir borçlandırıcı işlem hem de bir tasarruf işlemi bulunmaktadır.

Muvazaalı işlemlerde sözleşmenin tarafları iki türlü işlem yapmaktadırlar, bunlardan biri iradelerine uygun olmayan görünürdeki işlem, diğeri iradelerine uyan gizli işlemdir. Muvazaa anlaşması ile görünüşteki bu sözleşmenin hiçbir hüküm ve sonuç doğurmayacağını kararlaştırdıklarından görünürdeki işlem geçersiz olmaktadır. Muvazaalı sözleşmelerde taraflar muvazaa konusu şeyi devretmeyi hiç arzu etmedikleri halde inançlı sözleşmelerde devir gerçekten taraflarca istenmektedir.

Muvazaalı sözleşmelere dayalı davalar herhangi bir süreye tabi olmaksızın açılabilirken, inançlı sözleşmelerde inanç konusu malı isteme hakkı kişisel bir hak olduğundan sözleşmeden doğan alacaklara ilişkin genel zamanaşımı süresine tabidir.


İNANÇ SÖZLEŞMESİNE DAYALI DAVALAR İÇİN ZAMANAŞIMI SÜRESİ VAR MIDIR?

Bu konuda yasalarda açık bir hüküm bulunmamakla birlikte, öğreti ve uygulamada, inanç konusu hakkın iadesine, inanç konusu hak üçüncü kişiye devredilmiş ise tazminata ilişkin dava açma hakkı Türk Borçlar Kanununun 146. maddesine göre 10 yıllık zamanaşımına tabidir.

SON EKLENEN MAKALELER
İyzico
Whatsapp